14 Haziran 2010 Pazartesi

Bizi Yok Edecekler;

Bizi yok edecekler listesi;.. ahlaki değerlerden yoksun bir nesil. İslami kuralları bilmeyen ebeveyn anne ve babaların çocuklarına veremediği İslam ahlakı, terbiyesi ve inanç. Yabancılaştırılmış ve devam etmekte olan dilimiz ve kültürümüz. Kimliğimizden uzaklaşan müziklerimiz ve sanat eserlerimiz. Bizi biz yapan değerlere sahip çıkmayan köklerinin kimlere dayandığını ve atalarının nasıl insanlar olduklarını bilmeyen cahil bir toplum ve arkasından gelen sürü. Biz toplum olarak ileri gittiğini sanan ancak hızla ters yöne giden bir yürüyen merdivende olduğunu bilmeyen bir toplumuz. Japonların bu yürüyen merdivenlerde hiçbir zaman sona kadar ulaşmasını beklemeyip onları sadece işlerine veya hayatlarına daha hızlı bir şekilde yetişebilmek için kullandıkları bir araç olarak görmeleri dünyanın merkezindeki beyin olmalarını sağlıyor. Her gün her dakika ilerleme kaydetmekteler. Bizim beklentilerimiz sadece kolay yoldan para nasıl kazanılır arayışında. Kolay yoldan kazandığım paraları hangi eğlence mekânında hangi eğlence türüyle çarçur ederim onun mukayesesinde. İş dünyasında ahlaki değerleri barındırmayan iş ahlakına sığmayan ve iş ahlaksızlıklarından kaçınmayan bir toplumun her gün yaptığı onca iş, inşa ettiği binaların kolonlarına c4 yerleştirmekten farksız. Kendi milletini ve işini yok eden ve bundan en ufak bir huzursuzluk, hazımsızlık hissetmeyen insanların, bilgili ama karakterden yoksun kişilerin, bizi yok edecekler listesinin başında olması aslında bizim ne kadar derin bir kuyuya doğru atıldığımızın göstergesi. Ben bu kısa makaleyi Gandi’nin söylediği şu sözlerden esinlenerek oluşturdum. “Bizi yok edecekler şunlardır: İlkesiz siyaset; vicdanı sollayan eğlence; çalışmadan zenginlik; bilgili ama karaktersiz insanlar; ahlâktan yoksun bir iş dünyası; insan sevgisini alt plana itmiş bilim; özveriden yoksun bir din anlayışı.” Gandi’nin bu sözleri üzerine çok daha uzun bir makale yazılabilirdi ama sade ve öz insanlara daha çabuk ulaşır…

Halil İbrahim ÇOŞKUNYÜREK

24 Ocak 2009 Cumartesi

Gürcistan Sorunu

Güney Kafkasya bölgesinde yer alan birçok sosyal ve etnik çeşitliliği içinde barındıran, yaklaşık 5,5 milyon nüfusa sahip ve bağımsızlığını yeni kazanmış ülkelerden biri olan Gürcistan’da nüfusun %70’ini Gürcüler, %8’ini Ermeniler, %6’sını Ruslar, %2’sini Abhazlar, %3’ünü Osetler, %7’sini Azeriler, %2’sini Acarlar ve küçük etnik gruplar oluşturmaktadır. Etnik farklılıkların yanında dini farklılıklara da ev sahipliği yapan Gürcistan’ın %65’i Georgia’n Ortodoks, %10’u Doğu Ortodoks, %15’i Müslüman, %8’i Ermeni Apostolik dinlerini benimsemiş insanlardan oluşmaktadır.
Ülke jeopolitik konumu ile geçiş bölgesi özelliği taşımaktadır. Batı dünyası yılda elli milyon ton petrol taşıyan Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının tamamlanmasını desteklemekte, Rusya ise buna karşı çıkmaktadır. Çünkü bu petrol sevkıyatında Rusya zarara uğrayacak Kafkas ülkeleri ve daha sonra da Uzakdoğu ülkeleri zenginleşip kalkınacak ve Rusya bu bölgelerdeki etkinliğini yavaş yavaş kaybedecektir.
Sorunların nedenleri; Abhazya Cumhuriyeti bağımsızlığını istemekte, Güney Osetya otonom bölgesi Rusya Federasyonu içindeki Kuzey Osetya ile birleşmek istemekte, Javakheti bölgesinde yaşayan Ermeniler özerklik talep etmekte, Acaristan Otonom Cumhuriyeti de Gürcistan ordusunu bölgeye sokmamaktadır. Sorunlar aslında genel olarak etnik sorunlardır.
Bağımsızlığının ardından Gürcistan NATO ve ABD’yi kullanarak Batıya yaklaşma çabası içerisine girmiştir. Rusya Gürcistan üzerindeki üslerini koruma ve bölgenin Rusya’dan uzaklaşmasını engelleme çabası içindeyken, ABD Kafkaslara yerleşme arzusundadır. Çünkü bölgedeki doğal kaynakların farkındadır, doğal gaz ve petrol bu bölgelerde oldukça fazladır. Rusya Abhazya ve Güney Osetya’nın taleplerini desteklerken, ABD Gürcistan’ı desteklemektedir. Rusya Gürcistan’ın bağımsız ve batı yanlısı politikalarının önüne geçebilmek için ülkeyi bölücü ve daha kolay lokma haline getirme siyasetini izlemektedir. ABD ve Batı ülkeleri ise Kafkasyalardan gelecek enerji potansiyelinin güvenliğini düşündüğü için bölgedeki bağımsız ve Rusya’ya zıt politikaları destekleyici siyaset izlemektedir. Ayrıca ABD Rusya’nın bölgedeki nüfusunu kırmaya yönelik olarak Pankisi vadisine el-Kaide bahanesiyle girmesi uluslar arası bir hamle olarak değerlendirilebilir. Bu vadiye ABD silahlarını ve Gürcistan askerlerini yığmıştır. Daha sonrada Rusya özerk olmalarını istediği Güney Osetya bağımsız taraftarı askerleri yönlendirerek silahlandırmış bölgede bir destekleyici yani azmettirici bir savaş siyaseti izlemiştir. Bu bölgede çıkan çatışmaları tamamen büyük güçlerin kendi ülkelerinde değil de farklı ülkelerde çatışarak dolaylı yoldan birbirleriyle savaşması olarak yorumlayabiliriz. Çıkarları itibariyle Rusya ve ABD’nin direkt olarak savaşması çok ciddi bloklaşmalara ve ciddi yıkımlara sebebiyet verir. Bu ülkeler bu yüzden siyasetlerini ortak stratejik planlarla yürütürler ve sömürmek istedikleri bölgelerde birbirleriyle farklı yollardan yararlanarak savaşırlar. Aslında bütünde bir denge siyasetidir bu yaptıkları. Sonuçta dünyadaki en gelişmiş iki ekonomik güç, enerji kaynaklarıyla zenginleşen ve en çok enerji tüketen iki süper güç birbirinden ayrı siyaset izlemek zorundalar ama bu siyasetin arkasında ortak hareket etme ve birlikte çalışmanın da söz konusu olduğu söylenebilir.
Sonuç olarak Gürcistan’ın birçok sorunu mevcuttur. Ayrıca deniz ülkesi olması itibariyle ve Türkiye’ye komşu olduğu için Rusya-Gürcistan-Türkiye üçgeninde önceden beri süregelen birçok anlaşmazlık yaşanmaktadır. Gürcistan bu sorunların akabinde Rusya ile olan ekonomik ilişkilerini de sınırlandırmış ve kalıcı olarak ithalat ve ihracatta Batı’ya yönelmiştir. Gürcistan ayrıca Rusya’ya karşı olarak NATO’ya üye olmuştur.
Sorunların çözülememesinin ardında yatan en büyük etken bölgeyi, bazı güçlerin rekabet ortamı oluşturmak amacıyla kullanmasıdır. Gürcistan’daki sorunların son bulması ABD ve Rusya’nın bölgeden çekilmesine veya bu bölgedeki çıkarları yerine uluslar arası barışın korunmasına veya insan haklarının uygulanmasına yönelik ince bir yol izlemelerine bağlıdır.
HalilİbrahimCoşkunyürek

Bu Nasıl Demokrasi?

Reel sosyalizmin çöküşü, Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı'nın dağılmasıyla birlikte, dünyadaki siyasal ortamda büyük değişiklikler oldu. "İki kutuplu dünya"nın oluşturduğu değerler sarsıldı. ABD, askeri ve siyasi bakımdan güçlendi ve dünyanın güç merkezi haline geldi. Ekonomik alanda ABD, Batı Avrupa ve Japonya arasında rekabet arttı. Fakat bu gelişmelerle demokrasinin dünyaya kazandırabilecekleri ters orantılı olarak ilerledi. Yani demokrasi aslında ilerlemesi gereken yerde geriledi. ABD merkezli dünyada zenginler ve yoksullar biçimindeki bölünme daha da derinleşti. Sınıflar ve katmanlar arasında uçurumlar oluştu. Ülkeler ve bölgeler arası gelişme ve gelir farklılıkları "Batı" lehine büyüdü. Afrika. Orta ve Güney Amerika ile Asya'nın geri kalmış ülkelerinden "Batı"ya sürekli kaynak aktarılması sonucu, bu ülkelerin insanları her geçen gün daha da yoksullaştı. "Batı" merkezli dünyada bölgesel savaşlar ve silahlanma yarışı artarak sürmekte, kaynakların önemli bir bölümü bölgesel savaşlara ve silahlara aktarılmaktadır. Bu durum demokrasi yerine; ırkçı, şoven ve otoriter anlayışları beslemekte dünyada barışı tehdit etmektedir. Aynı zamanda Birleşmiş Milletlerin Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi olan ABD, Çin, Rusya, Fransa ve İngiltere’nin dünya barışı ve demokrasisine katkıları olan dünya silah ticaretinin yıllık ortalama kar maksimizasyonu 25–30 milyar dolar iken, bu kadar ciddi paralar söz konusuyken, çıkar çatışmaları, ekonomik savaşlar, beraberinde de soykırımlar yapılıyorken dünyada demokrasinin varlığından nasıl söz edebiliriz. Bizce demokrasi dünyada soyut bir kavram değildir, somut bir kavramdır fakat biz bu somut kavramı gözümüzle göremiyorsak nasıl soyut olmadığına ikna olalım.

Adına; ‘Yeni Dünya Düzeni’ veya ‘Ortadoğu Projesi’ adı verilen projeleri gerçekleştirmek için 11 Eylül saldırıları ile bölgeye inen ABD, bu projelerine Afganistan ve Irak’ın işgali ile başladı.
Amerikanın bundan sonraki süreçte izleyeceği yol İran’ın nükleer enerji politikasını sürdürdüğünü gündeme taşıması ve İsrail’den kalkacak muhtemel uçakların İran nükleer tesislerini bombalaması şeklinde gerçekleşecek. Akabinde Amerika: İran, Irak, Ürdün, Kuveyt, Lübnan’ı ve Suudi Arabistan’ı da buna dâhil ederek geniş bir bölgede harita değişikliği planlarını kolayca ve barışçıl yollarla gerçekleştirmiş olacak.
Amerika dünya kamuoyunun gözünde demokratik yönetimler, demokratik rejimler içerisinde demokrasinin beşiği diye adlandırılan bir ülke değil mi? Peki, bizler yani bilinçli bir toplum olan, okuyan bireyler olarak nasıl olurda bu, dünyanın aynı zamanda süper gücü olan, her yere gücünün yettiğini düşünen Amerikanın hem NATO hem AB üye devletleri nezdinde ciddi veto haklarına ya da neyle tanımlarsak tanımlayalım ciddi kararlar alma aşamasında sınır, kişi, ülke tanımayan bu Amerikanın, Ortadoğu’daki az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeleri demokrasi ve özgürlük adı altında zengin doğal kaynaklarını sömüren ve bu sömürü politikasını işgale kadar taşıyan bu devleti sırf kendi ülkesinde federal bir sistemi, çoğulcu demokratik bir düzeni benimsemiş olduğundan dolayı demokrasilerin beşiği bir ülke olarak niteleyebiliriz.

Demokrasiden beklenen, demokrasiyi benimsemiş ülkenin insanlarının müreffeh, insani gelişme kriterlerini yakalamış yurttaşlar olmaları değil, yeni konumun uluslararası ilişkilere olumlu yansımasını sağlamaktır. Bu bakımdan karar mekanizmalarının şeffaflığı gelişmiş demokrasilerin de önemli bir sorunudur. Buna en iyi örnek; İngiltere ve ABD’nin Irak’a yönelik savaş kararıdır. Aldatma ve hasıraltı etme gibi karışık sorulara zemin hazırlamanın haricinde bu ülkelerdeki demokratik organların bu süreçle pek bir ilgisi olmadı. Kararlar tıpkı demokratik olmayan ülkelerdeki gibi, sadece küçük bir grup şahıs tarafından, gizlilik içinde alındı. Demek ki, seçimli demokrasi demokratik olmayan ülkeyle farkı ortaya koymaya yetmiyor.

Demokrasi kültürünün ülkemizde yerleşmesi sürecinden çok kısa bahsetmem gerekirse: demokrasinin ülkemizde yerleşmesi bugünden geleceğe uzun bir tarihi süreç gerektirecektir, maalesef. Bugün en çok karşı çıktığımız halkın seçtiği iktidarın muktedir olamaması durumu olmasa dahi, siyasi partilerin tek adamların hâkimiyet alanı olduğu bir ülkede, demokrasi için sabırlı olmamız gerektiği aşikârdır. Halkın elinde demokrasi enstrümanı olarak sadece sandık bulunmakta ve halkımızın demokratik tepkisini ancak sandık üstünden ölçebiliyoruz. Bu ölçüm, bize umutlu sonuçlar veriyor. Halkımız her seçimde Anti-demokratik her hareketin yanında olanı cezalandırıyor, karşısında olanı ödüllendiriyor. Ancak demokrasi çok geniş bir anlam ve çok geniş bir kitle içerdiği için bu uygulamalar günümüzde yeterli gelmiyor. Sözde demokrasi adı altında yapılan icraatların herkes farkında olmasına rağmen ellerinden hiçbir şey gelmeyeceğini zanneden zihniyet ellerini kollarını bağlayıp bekliyor. Hâlbuki halkın desteğini arkasına alan bir hükümet her zaman ülkeyi başarıya götürebilecek bir etki sahibidir. Yeter ki kendi milletinin vatanının bekasını, şahsi çıkarlarının ve diğer devletlerin çıkarlarının üzerinde görsün. Ülkemize bu denli duyarlı ve bilinçli bir liderin 70 senedir gelmemesi gerçekten de çok acı ve utanç verici bir durum olduğu yadsınamaz. Ama ileride bizi daha kötü günlerin beklemesini istemiyorsak eğer, ulusal değerleri önemseyen milli varlığa ve bütünlüğe bağlı, ulusal ölçekte gelişime açık dışsal ölçekte gelişime bağımlı olmayan bir lideri ve lider kadrosunu ülkemizin başına getirmemiz gerekiyor. Bizim bu dünyada da öbür dünyada da yapmamız gereken kendi hayrımızı ve çocuklarımızın hayrını düşünüyorsak eğer yapmamız gereken yegâne iş budur diye düşünüyorum.

Son olarak yazıma son vermeden önce ilgimi çeken bir cümleyi sizinle paylaşmak istiyorum.
Bu topraklar üzerinde yaşayıp da, hak ettiğimi düşündüğüm “demokrasi”, “özgürlük” gibi kavramları, sadece kitaplarda okumak ve hayal etmek yerine “yaşama”yı düşlüyorum. Bu cümle aslında bütün gerçekleri açıklıyor.
HalilİbrahimCoşkunyürek

Biyolojik Silahlanma

Biyolojik silahlar insan veya hayvanlarda ölüme, bitkilerde hasara yol açmak için kullanılan kimyasal zehirli maddeler içeren biyolojik olarak etki gösteren silahlardır.
Dünya üzerinde ilk defa tatarlar tarafından 1346 yılında Cenevizlilere karşı kullanılmıştır. Kuşattıkları Ceneviz kalesinin duvarlarının üstünden hastalık taşıyan ölü hayvan ve insanları şehrin üzerine atmışlardır. 1700’lerin ortalarında Amerika’daki yerlilere İngilizler çiçek virüsü taşıyan battaniyeler dağıtmışlar, Amerika’da yüzlerce kızıl derili yerli halk öldürülmüş, Japonlar 1932’de Çin’e biyolojik saldırıda bulunmuşlar, 11 Çin şehrine şarbon, kolera, veba gibi çeşitli hastalıklar bulaştırmışlardır. 1969 yılına kadar tüm dünyada ciddi bir silahlanma, biyolojik silah depolama ve üretimi yarışı olmuştur. Bu silahlanma yarışının ileride sivil halka karşı çok ciddi tahribatlar vereceği düşünüldüğünden gelişmiş ülkeler silahlanma yarışını azaltacaklarını açıklamışlar ancak azaltmamışlardır. 1972 yılında Amerikan Başkanı Nixon biyolojik silah kullanımına son verdiğini açıklamıştır. Biyolojik ve zehirli silahlar anlaşması BWC’ yi imzalamıştır. Biyolojik silahların üretimi oldukça kolay ve ucuzdur. Ancak bu silahların etki alanı çok az kullanılmış olsa bile çok geniştir. Biyolojik silahlar diğer ülkelerden gelebilecek herhangi bir saldırı tehdidine karşı caydırıcılığı olan silahlardır. Ülkeler biyolojik silah üreten ülkelere saldırmak istemezler çünkü kendi ülkelerinde etki alanı sivillere yönelik olan silahların kullanılmasından korkarlar. Çevreye ve insanlığa karşı çok büyük zararlara ve kıyımlara sebep olduğundan dünyada tamamen ortadan kaldırılması için anlaşmalar ve çalışmalar yapılmaya devam edilmektedir. Ancak bir defa üretilen bir biyolojik silahın yok edilmesi üretiminden çok daha zordur. Kimyasal bileşenler içeren bu silahların yok edilmesinde kullanılacak alan dünyada mevcut değildir. Etki alanı çok geniş arazilere yayılabileceğinden çöllerde bile yok edilmeye çalışılması olanaksızdır. Biyolojik silahların yok edilebilmesi için kullanılabilecek tek yer gezegenin dışıdır. Uzaya da biyolojik silah yok etmek için hiçbir ülke çıkmaz çünkü maliyet olarak çok astronomik maliyetlere sebep olur. Ancak bu kadar olumsuz yanları olmasına rağmen halen biyolojik silah üretimine devam eden ülkeler vardır. İsrail, ABD, Güney Kore, Kuzey Kore, Lübnan, Pakistan, Hindistan gibi ülkeler halen üretime devam etmektedirler. Bir de üretmediğini dünyaya bildirip de gizli bir şekilde faaliyetlerine devam eden ve üretimi devam ettiren bazı şirketler vardır bunlar; Almanya, İngiltere gibi şirketlerdir. Bu şirket ülkeleri dünya barışının savunucusu olduklarını iddia edip dünyayı kandırırlar. Yüzyıllardır olduğu gibi günümüzde de dünyada barışın sağlanabilmesi için uluslar arası kuruluşlar tarafından çalışmalar yapılmakta, devletlerarası anlaşmalar düzenlenmekte, buna rağmen savaşları önlemek mümkün olamamaktadır. Bunun doğal sonucu olarak da silahlanma yarışı sürüp gitmektedir. Savunma amaçlı olduğu iddia edilen bu silahlar şüphesiz savaşa mani olmak için caydırıcı bir unsurdur. Ancak sadece savaşlara mani olmak için üretildiğini kimse ispatlayamaz. Her ülke bu silahları bir gün kullanırız ya da satarız düşüncesiyle üretmektedir. Silahların her çeşidi saldırı veyahut caydırıcılık amaçlarıyla depolanabilir ya da üretilebilir. Ancak kullanılacağı mekân yerküremiz ve yerküremizde yaşayan insanlar olduğu için şehirler, sanayi tesisleri, haberleşme alanları, enerji kaynakları vb. insanların yaşadıkları yerler ve yaşam kaynakları olumsuz yönde etkileneceğinden silahlanma yarışının bir şekilde önüne geçilmesi gerekmektedir. Bu silahları bulunduran ülkelerin savaşmaları halinde asker ve siviller topyekûn bu acımasız, yok edici kavganın içinde ister istemez yer almak zorunda kalacaklardır.
Biyolojik savaşa karşı korunmanın tedbirler almanın gerekliliği kesinlikle tartışılmaz. Bu tedbirleri alacak makam Sağlık Bakanlığıdır. Ancak diğer bakanlıklar ve ilgili kuruluşlar da kendi hizmetleri ile ilgili savunma tedbirleri konusunda gerekli önlemleri almak durumundadırlar. Örneğin; bitki ve hayvanlarda ortaya çıkacak hastalıklara karşı tedbirler Tarım ve Köy İşleri Bakanlığınca Biyolojik ajan ile kirlenmiş sahaların temizlenmesi Çevre Bakanlığı, İtfaiye ve Sivil Savunma vb. kuruluşlarca yapılmaktadır. Biyolojik silahların kullanımını önleyecek veya kullanıldıklarında bunları etkisiz hale getirebilecek kesin pratik bir önlem yoktur, yakın gelecekte de olmayacaktır. Bu tür silahların üretilmesi, depolanması ve kullanılması oldukça ucuz ancak bunlardan korunma, tedavi yöntemleri ise oldukça pahalı ve zordur. Etkili bir savunma için iyi eğitilmiş personele, çok etkili haber alma birimlerine, kaliteli ve etkili koruyucu malzeme, tespit ve teşhis araç gereçlerine, çok çabuk ve etkili bir şekilde organize olan Sağlık, Sivil, Savunma ve İtfaiye teşkilatlarına gerek bulunmaktadır.
Bu bağlamda ülkemizle dış politikada diplomatik ilişkilerini sürdüren silah üretimi yapan ülkeleri biz insan hakları ya da masum insanların yaşama hakları, vicdan ve insaniyet çerçevesinde etkilememiz ve kendimizde olduğu gibi diğer ülkelerde de biyolojik silahlanmayı engellememiz, üzerimize düşen bir görevdir.
HalilİbrahimCoşkunyürek

19 Ocak 2009 Pazartesi

Uluslararası hukuk, hukuk mudur?

Öncelikle hukukun kısaca tanımını yapmak gerekir; sosyal hayatı düzenleyen maddi yaptırımları olan ulusal normlar- kurallar ve değerler bütünüdür. İkinci olarak da uluslar arası hukuku tanımlamak gerekirse; uluslar arası toplumlar arasındaki ilişkileri belirli bir düzene bağlayarak o toplumun veya toplumların birlikteliğini sağlamaya yönelik karşılıklı mutabakatlarla oluşturulan bir hukuk dalıdır. Uluslar arası topluma dünya üzerindeki ulusların temsilcisi olan devletlerin karşılıklı olarak etkileşimi diyebiliriz. Eşit statüde olan devletlerarasında yani; devlet oldukları uluslar arası camiada ispatlanmış, diğer devletler tarafından kabul edilmiş ve resmi olarak tanınmış olan devletlerarasındaki diplomatik ve ekonomik ilişkilerin usulüne uygun yürütülebilmesi devlet iradesi ile belirlenmiş, uyulması zorunlu olan ve kabul edilen bazı hükümlerin varlığıyla mümkündür. Bu ilişkilerin düzenli bir şekilde yürütülmesine ve belirlenen şartlara uluslar arası hukuk denir. Uluslar arası hukuk kurallarını koyan hukuktan üstün kişi ya da birimler olamazlar. Ayrıca uluslar arası hukukun yaptırım sistemi üstün bir siyasal otoriteye dayanmamaktadır. Bu yaptırım sisteminin uygulanması için devletlerarasında konulan düzen sağlayıcı bu kuralların, aynı zamanda taraf olan devletlerin devlet içi hukuklarında yer almaması ve farklı bir sisteminin olması yani farklı bir hukuk düzeninin olmasıyla mümkündür ve bu sistemin varlığı da kâğıt üzerinde uluslar arası hukukun varlığını gösterir. Bu şartlar gerçekleştirildiğinde biz de uluslar arası hukuk hukuktur deriz. Ancak durum sadece bundan ibaret değildir. Uluslar arası hukukun varlığından söz edebilmemiz için bunların bizim mantığımıza göre yeterli gelmemesi lazımdır. Düzen ve adalet = hukuk ise, uluslar arası hukuk da bir hukuk dalı ise Dünya üzerinde devletlerin bazı görevleri olması lazım: sadece karşılıklı mutabakat sağlanan konularda uluslar arası hukuka ve düzene uygun davranılması yeterli olmamalı. Bizler gelişmiş bir toplum ve dünya barışının sağlanmasını istiyorsak, uluslar arası hukukun tüm devletlere karşı uygulanmasını ya da en azından temel bazı hükümlerinin tüm dünyada geçerli olmasını sağlamalıyız. Sivil halkın güvenliği ile ilgili hükümlere özellikle önem verilmesi gerekmektedir. Huzur ve demokrasi götürmek bahanesiyle çok ciddi petrol rezervleri olan ülkelere uluslar arası hukukun varlığına ve bütünlüğüne aykırı olarak saldırılmaması gerekmektedir.
Haksız işgallerin devletler tarafından tasvip edilmemesi dünya barışını sağlamak için gerekli olan en önemli husustur. İsrail’in Filistin’i işgali, Amerika’nın Irak’ı ve Afganistan’ı işgali, Çin Halk Cumhuriyetinin Doğu Türkistan’a yaptığı zulümler (bu zulümler sonucunda 200.000 den fazla Müslüman hayatını kaybetmiştir) gibi Dünyada devam eden ve masum insanların ölümleriyle sonuçlanan savaşların uluslar arası hukukun evrensellik ilkesine dayanarak durdurulması gerekmektedir. İnsan hayatı bu kadar değersiz olmamalı. Koskoca bir Afganistan sadece El-Kaide örgütü elebaşları var diye işgal edilmemeli, ya da koskoca Irak dünya medeniyetinin beşiği ülkelerden biri olan Irak, demokrasi adı altında fakat rejimi devirmek ve petrolünü sömürmek amacıyla işgal edilmemeli, bu işgallere dünyadaki bütün devletler karşı çıkmalı. Irak, Baas rejimi iktidara gelene kadar Amerika açısından Ortadoğu ülkelerini rahat kontrol altına alabilmek için bulunmaz bir nimetti. Saddam Hüseyin iktidarı ele geçirdikten sonra da bu kontrol bir süre devam etti, farklı destekleme politikaları izlendi. Örneğin, İran-Irak savaşında Irak desteklendi, Irağa ciddi silah ve teçhizat malzemeleri yardımı ya da desteği yapıldı, aynı zamanda İran dışarıdan gelecek yardımlara kapatılarak yalnız bırakıldı. Daha sonra Amerika’nın yardımlarıyla İran’dan istediğini alan Irak Kuveyt’i işgal etti ve Amerika’nın petrolünü en çok sömürdüğü devlete karşı savaş açtı. Aynı zamanda artık eline silah ve iktidar gücü geçtiğinden Amerika’ya kafa tuttu. “Tabi Irak’ın yaptığı bu dengesiz ve akıl almaz politikalar benim yorumlamama göre tamamen Saddam Hüseyin’in Amerikan uşağı ve adamı olmasıyla alakalı. Bir diktatör nasıl olur da bu kadar düşüncesiz bir siyaset izleyebilir ve ülkesini bu denli bir yok oluşa sürükleyebilir, bence işbirlikçi olmayan hiç kimse bu denli yanlış kararlar vermez. Aynı zamanda Saddam’ın idamı halen bazı şüpheler barındırmaya devam ediyor.” Amerika’da, hem yeni kurulan İsrail Yahudi devletinin güvenliğini tehdit ettiği için hem de Ortadoğu bölgesinde Amerikan kontrolüne karşı bir tehdit varlığı gösterdiği için Irak’a savaş açtı. I. Körfez Savaşı bu şekilde başladı.
Bu politikaları örnek olarak verdim çünkü izlenen bu siyaset uluslar arası hukuka tamamen aykırı olan bir siyaset. Tam anlamıyla bir çıkar mücadelesi içermekte, gelişmemiş ülkelerin haksız sömürülmesini ispat etmektedir. Uluslar arası hukuk aynı zamanda bir düzen sağlayıcı ve adaleti-dünya barışını koruyucu bir unsur ise, bu unsurun varlığı ancak onun tüm ülkeler tarafından, tüm dünyaya uygulanmasıyla söz konusu olur. Ben bu koşullarda ve çıkan savaşlar sonucunda uluslar arası hukukun varlığına inanmamaktayım. Dünya üzerinde ne gelişmiş ülkelerde ne de gelişmekte olan ülkelerde uluslar arası hukuk tam anlamıyla yoktur. Demokrasi ve eşitliğin nasıl var olmadığı, hatta insan hakları diye bir şeyin de dünyada söz konusu olmadığı gibi. Bu devirde çünkü hiç kimse insan haklarını çıkarlarının önüne koymamaktadır. Bizim bilincinde olduğumuz bu duyarlılıkların tüm dünya ülkeleri tarafından gösterilmesini ümit ediyorum, şuanda tek yapabileceğim bu olduğu için.
HalilİbrahimCoşkunyürek

4 Ocak 2009 Pazar

Filistin soykırımı

430’un üzerinde Müslüman kardeşimizin şehit olduğu İsrail’in saldırılarında, Amerika’nın saldırıyı kınamaması ve artık alışılmış bir şey miş gibi davranması, aynı zamanda da dünya kamuoyunda da insan hakları evrensel bildirgesini hazırlayan moron devletlerin de tepkisiz kınamasız kalmaları dünyaya ne kadar değer verdiklerini insanlığa ve insan haklarına ne kadar saygılarının olduğunu açık açık gösterdi. Böyle bir dünyada yaşamaktan ötürü bir Müslüman olarak utanmamak elde değil. Hele bir de üzerine sesimizi çıkarmamamız inanılır gibi değil. O topraklar sadece Yahudilerin mi kutsal toprakları?

O topraklar yani atalarımızın ecdadımızın Filistin diye hitap ettiği Peygamberimizin (s.a.v) ayaklarını bastığı o topraklarda yaşayan insanlar halen Filistin devleti olarak tanımlanmaktadır. Haremu’ş Şerif, Mescid’ül Aksa, Beyt’ul Makdis, Kubbetü’s Sahra bunlar hep bizim kutsal topraklarımız. Yahudiler 50’de ve 130’da Roma tarafından o bölgelerden kovulduktan sonra diaspora diye adlandırdıkları dünyanın dört bir yanına sürgün hayatına gönderildi, sonra 1700 yıl boyunca hiçbir zaman geri dönmek akıllarına bile gelmemişken, değişen dünya koşullarında 100–150 sene önce bir kez daha dünyada yayıldıkları bölgelerden özellikle Rusya’dan kovuldular ve en sonunda akılları sanki başlarına gelmişmiş gibi Filistin’de yaşayan büyük büyük dedelerinin kemikleri dahi bulunmayan lanetli Yahudi halkı, artık Müslüman olan topraklara saldırmışlar, orada 1000 senedir yaşayan Müslüman kardeşlerimizi asimile edip göçe zorlayarak, diasporadan kurtulup, bu sefer orada yaşayan Müslümanları diasporaya tabi tutarak, Yahudi dinlerini yaşamak için ağlama duvarlarını inşa etmişler ve sırf oraya gidip timsah gözyaşlarıyla ağlamak için hiçbir günahı olmayan, masum dediğimiz kardeşlerimizi sanki katli vacipmiş gibi katletmişlerdir ve halen de bu soykırım devam etmektedir. Buna bir dur demek bütün insanlığın görevidir aslında.

Belki Filistin’in başına etkili bir lider gelmemiş, asker nüfusu olarak da Filistin direniş gücü ABD’nin ve İsrail’in füzelerine karşı yetersiz kalmış olabilir. İran İslam devrimini gerçekleştirdikten sonra ABD’nin müttefikliğini kaybetmiş ve ABD stratejisini yine çıkarları doğrultusunda değiştirerek bu sefer İran-Irak savaşında Irak’ı desteklemişti. Irağa verdiği destekle İran’ın kaybetmesini sağlamıştı. Bundan sonra zaten birbirine kırılan bu devletler bir daha yan yana bile gelmeyeceklerdi Amerika tezgâhını iyi hazırladı. ABD, Rusya, İngiltere bu üç ülke Arapları birbirine kırdırarak önce Filistin’deki FKÖ’nün Lübnan’a kaçmasını daha sonra İsrail’in Lübnan’daki FKÖ topluluklarını bombardımana tutmasını, Lübnan’ın, Ürdün’ün ve Suriye’nin başta İsrail’in işgaline karşı çıkması fakat tehditlere dayanamayarak hepsinin Filistin’i gözden çıkarması Arap halklarının dayanışmadan ne kadar yoksun olduklarını, ne kadar dışa bağımlı, sömürüye alışmış milletler olduklarını gösteriyor zaten. Yani bu milletler birbirine kırdırılmaya hazır kıta bekliyorlarmış. O Arap emirlerinin hepsi cehennemlik adamlar zaten, güya şeriata göre yaşıyorlar. Hepinizin birer tane sarayı var Vatikan sarayı gibi bin dönüm saray, ne yapacaksın o kadar büyük sarayı, satıyor tabi her biri yılda 1 milyon varil petrol, o kadar zengin doğal kaynakları var ki o toprakların çölde kazmadan petrol çıkıyor. Allah o toprakları zenginlik için Müslümanlara, sadece bize de değil tabiî ki bütün insanlığa vermiş ama biz ve Arap ırkı o topraklara hâkim olamamışız başkalarının söz hakkının olmasına göz yummuşuz kafamızı çalıştırıp üretememişiz petrolü satamamışız dünyaya. Bizim ayıbımız budur yani en büyük ayıbımız, sadece Arapların Filistin’deki katliama karşı kayıtsız kalmaları değil. Bu saydıklarımın içine kendimizi de katarak söylüyorum, bu yaptıklarımız bizim de ayıbımız, sadece Arap memleketlerinin birlik kurmasıyla olmaz bu işler, o insanların nüfusu ne, çapı ne, teknolojisi ne onlar anca yayıp, petrolü satsınlar, hiç bir şekilde ilerleme yok gayret birlik beraberlik yok.

Bu yazdıklarım zaten aklı beyni çalışan tüm herkesin kavrayacağı şeyler bildiği şeyler. Mevzu Arapların tembellikleri adilikleri değil, amerikanın Rusya’nın İngiltere’nin birbirlerine karşı bir işgal siyaseti izlememeleri, kendi vatandaşlarının ölmesine birebir savaşmalarına izin vermeyerek Ortadoğu ülkeleri üzerinden savaş siyaseti yapmaları, bunu da Arapları Müslümanları birbirine kırdırıp, kendilerine taraf seçerek yapmaları bizim mevzuumuz olmalı. Bu ülkeler dünyadaki bütün çatışma bölgelerinde müdahale hakkını kendilerinde görüyorlar, bırak müdahaleyi oradaki çatışmayı da zaten en başında kendileri çıkarıyor, hazırlıyor, daha sonrada bir taraf seçiyorlar ve tıpkı bir satranç oyunu gibi kazanan kaybedeni oynuyorlar, piyonlarda ne yazıktır ki her zaman hakkın rahmetine kavuşuyor.

Bu mevzular da aslında en büyük etken en büyük neden din. Hıristiyanlar, Yahudiler, Ortodokslar, Katolikler, Protestanlar, Ermeniler bütün bu dini kökenlere sahip milletler Müslümanları nasıl öldürürüz, Müslümanları nasıl yerlerinden ederiz, dünyadaki en güzel topraklarda onlar oturuyor neden biz orda değiliz… Gibi düşüncelere kapılıyorlar ve geçmişten günümüze kadar gelen süreçte bunu bize karşı açtıkları savaşlarla kanıtlıyorlar, ki bütün savaşlar dinsel öğeler üzerinden yapılıyor. Dini nedenler olmasa Ortadoğu Hıristiyan ya da Yahudi olmuş olsaydı o bölgede hiç çatışma çıkmazdı, ama dünya helak olurdu böle bir şey olsaydı. Irkçı soykırımcı diye bütün dünyada karalamadıkları Müslüman millet kalmadı ama kendi yaptıkları ırkçılık değil! Ortadoğu'yu tamamen ele geçirseler dünyadaki bütün karşı milletlere, kendilerinden olmayan bütün ırklara, bırak söz söyleme hakkını yaşama hakkı bile tanımazlar, okadar ki zaten fakir Afrika ülkelerini sömürüpte onlara yaşama hakkı tanımayan ülkelerdir bunlar.

Bizim burada böyle oturup rahat yataklarımızda uyumamız, arada bir kahve ortamlarında misali Filistin’deki Müslüman kardeşlerimize üzülmemiz bir çözüm getirmiyor. O Hamas, Hizbullah, Emel… Gibi örgütler tek başlarına Amerika’ya ve İsrail'e kafa tutamazlar zaten, ayrıca Arapları birlikte tutacak toplayacak bir liderde gelemez günümüzde, böyle bir ümide kapılmamız, beklenti içerisine girmemiz tamamen yanlış olur. Çünkü Arap milleti bu lideri çıkarmaya ve benimsemeye hazır değil. Fakat yinede, ben Ahmedinejadı takdir ediyorum, dış politikada olsun, iç siyasette olsun, tamamen dürüst ve toplumsal bir siyaset örneği... Kendi petrolünü kendi üretiyor Çin’e satıyor, Rusya’ya satıyor, doğal gazı var, sanayisini geliştiriyor, üretim yapıyor, silah da üretiyor. Bir siyasetçi daha ne yapsın İran devriminden sonra Ortadoğu’ya gelen en büyük lider, ama o da benim gibi Araplara hiç güvenmiyor. Biliyor çünkü Arapların tembel teneke olduklarını. Zamanla İran inanıyorum ki çok gelişmiş bir ülke olacak.
Bizim Amerikanın değil İran’ın yanında yer almamız Ortadoğu’yu, Türkmenleri, Kafkasları, Balkanlar'daki Kosovayla Bosna'yı, hatta kuzey Afrika’ya kadar dört kıtayı birleştirmemiz ve bu birleşimden sonra savaşmamız "yenidünya düzenini" bu sefer ters düz etmemiz ondan sonra da; siyasi ve askeri, aynı zamanda ekonomik yönden oluşturacağımız birliktelikten hiç bir zaman kopmamamız gerekiyor. Bu İslam ülkelerini birleştirici politikayı zamanında benimseyen bir siyasetçimiz mevcuttu Necmettin Erbakan. Bu düşüncelere sahip has milliyetçi ve Müslüman siyaset adamını konuşturtmadılar, iş yaptırtmadılar. Bu yüzden bende bazen: “üçüncü dünya savaşı çıksa da, hatta Amerika’nın karşısına, Rusya’nın Çin’in yanında ittifak bloğunda yer alsak da, şu başta bahsettiğim birlik kurulsa diye bazen dua ediyorum ama tamamen bir hayal bu yani dünyadaki 2 milyara yakın Müslüman’ın toplanması bir hayal. Gerçi yazdığım Rusya'yı ve Çin'i aynı blogta Amerika'ya karşı düşünmekte çok zor bir ihtimal. Rusya bariz bir şekilde Amerika ile ortak bir siyaset izliyor, izlediği politika sözde Amerika'nın karşıtı gibi gözükse de dünyadaki bu iki süper gücün birbirine karşı siyaset izleyeceklerini düşünmek çok yanlış olur. Denge politikası gereği Amerika ve Rusya sözde birbirine karşıt iki ekonomik güç olarak gözükmek zorundalar. Bu analizler doğrultusunda dış politikada doğru bir fikre sahip olabiliriz.
HalilİbrahimCoşkunyürek

29 Aralık 2008 Pazartesi

KUDÜS NEDEN KUTSALDIR??

İslam'ın kutsal kentlerinden Beytü'l-Makdis, Mukaddes, el-Kuds ve Kuds-i Şerif gibi adlarla da anılır. İbranice'de Yeruşalim adıyla bilinir. Müslümanlar gibi Yahudiler ve Hristiyanlarca da kutsal sayılır.

Kudüs, bugün Siyonist İsrail tarafından işgal edilmiş durumda bulunan Filistin topraklarının ortalarında, Lut gölünün yaklaşık yirmidört km. batısında, Ak Denizden yaklaşık elli kın.-içerde, denizle Şeria ırmağı arasında yer alır. Eski Kent olarak anıları asıl Kudüs, kenarları yaklaşık bir km uzunluğundaki kare biçiminde surlarla çevrilidir. İkisi kapanmış durumda yedi kapısı bulunan Eski Kent, Kuzeydeki Şam kapısı ile batıdaki Yafa kapısından başlayarak merkezde kesişen iki ana cadde ile dört bölüme ayrılır. Kuzey doğudaki bölüm Müslüman, kuzey batıdaki bölüm Hristiyan, Güney doğudaki bölüm Yahudi ve Güney batıdaki bölüm Ermeni mahallesi durumundadır.

Kudüs'e kutsallık veren yapılar Haremu'ş-Şerif içinde yeralır. Kentten duvarlarla ayrılan Haremu'ş-Şerif'te ünlü Mescidu'l-Aksa ve Kubbetü's-Sahra bulunmaktadır. Mescidu'l-Aksa, uzun süre Müslümanların kıblesi olan, Hz. Süleyman tarafından yapılmış Beytu'l-Makdis'in yerinde yükselir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in Mirac sırasında uğrak yeri olan bu mekanının hemen yakınında da bazı kutsal emanetlerin korunduğu Kubbetü's-Sahra vardır. Mescidü'l Aksa'nın doğusunda ikinci Mabet'ten kalan duvarın bir bölümünü oluşturan Ağlama Duvarı, Yahudilerin en kutsal mekanıdır. Hz. İsa'nın çarmıha gerildiği sanılan yerle Hz. Meryem'in mezarının bulunduğu yerde yapılan kiliseler de Kudüs'ü Hristiyanlar gözünde kutsallaştırmakta, bir ziyaret mahalli durumuna getirmektedir.

İskender'in İssos'ta kazandığı zaferden (M.Ö.333) sonra Kudüs ilk kez Batı siyasetinde önem kazandı. İskender'in ölümü üzerine Kudüs Ptolemaisos l.Soter'in payına düştü. (M.Ö) 198)'de ise I. Selevkos Nikator'un soyundan gelen hanedanın eline geçti.

Bu dönemde Yunan etkisinin güçlenmesi ve Selevkos kralı Antiokhos IV. Epiphanes'in Beytu'l-Makdise saldır-ması M.Ö.108 Kudüslülerin ayaklanmasına neden oldu. M.Ö.167 Ayaklanma sonunda Selevkoslar kovuldu ve Hasmon hanedanı kuruldu.

M.Ö. 63'te Roma kralı Pompeus Kudüs'ü ele geçirdi. Yahudi ulusçuluğu ile Roma arasındaki çatışma Büyük Herodes'in ustaca politikalarıyla engellendi. M.Ö. 40'ta Roma Senatosu kendini Celile valisi ilan etmiş olan Herodes'i Yahuda kralı yaptı. Herodes'in 36 yıllık krallığı sırasında Kudüs büyük bir gelişme gösterdi ve genişledi. Romalılar Herodes'i oğlu Arkhelaos'u krallıktan indirdiler ve yerine bir vali atadılar. Kudüs'ün beşinci Romalı valisi Pontius Pilatus Hz. İsa'yı mahkum eden kararı onaylamasıyla tanındı.

M.S. 66'da Yahudiler Roma'ya karşı ayaklandılar. 70'te Romalılar kente girerek Beytü'l-Makdis'le birlikte her yeri yaktılar. Kent 130'da bir ölçüde yeniden iskan edildi. Yahudiler 132-135 arasında Roma'ya karşı yeniden ayaklandılar. Kanlı biçimde bastırılan bu ayaklanma sırasında Yahudiler toplu biçimde katledildi, hayatta kalanlar ise dünyanın dört bir yanına dağılmak zorunda kaldı. Hadrianus burada Roma tarzında bir kent oluşturmaya girişti. Onun uyguladığı planın ana çizgileri 20. yüzyıla kadar ulaştı.

Constantinus 313'te Hristiyanlığı resmen tanıdı. Constantinus'u annesi Azize Helena'nın 326'da Kudüs'e giderek Gerçek Haç'ı bulması, başta Kamâme kilisesi olmak üzere birçok ünlü kilisenin yapılmasına neden oldu ve böylece kent Hristiyanlığın kutsal merkezi olarak geliştiği yeni bir döneme girdi. Bu dönem 614'te Sasani istilasında Kudüslülerin kılıçtan geçirilmesi ve kiliselerin yıkılmasıyla sona erdi.

Eski Kent'in en göze çarpan yapısı

Kanuni Sultan Süleyman'ın 1538-1540 yılları arasında Haçlılar dönemine ait sur kalıntıları üzerine yaptırdığı Eski Kent surlarıdır. Geçmişi yer yer Bizans, Herodes, hatta Hasmon dönemlerine kadar uzanan surların yüksekliği yaklaşık oniki, kalınlığı bir metredir. Kentin sokakları, ana caddeler dışında genellikle dar ve dolambaçlıdır. Taştan yapılan evlerinin odaları, zemininde genellikle bir sarnıç bulunan merkezi bir avluya açılır. Kent, çeşitli üsluplardaki cami, sinagog, kilise ve sivil yapılarıyla mimari açıdan tam bir mozaik görünümündedir.

Beş bin yılı aşan tarihiyle dünyanın en eski kentlerinden birisi olan Kudüs'ün ve ilk Mısırlı hükümdarlarının adlarına M.Ö. 19-18. yüzyıl Mısır metinlerinde ve M.Ö.14. yüzyıldan kalan Amarna Mektupları'nda rastlanmaktadır. Bu metinlerdeki bilgilere göre kentin adının ilk biçimi Urusalim'dir ve bunun "Allah'ın kurduğu (yer)" anlamına geldiği tahmin edilmektedir.

Tarihi verilerden izlenebildiği kadarıyla Yabusiler denilen karışık bir halkın yaşadığı Kudüs'ü M.Ö. 1000 dolaylarında Hz. Davud ele geçirerek kırallığının başkenti yaptı. Oğlu Hz. Süleyman Kudüs'ü genişleterek Beytü'l Makdis adıyla ünlü Birinci Mabed'i inşa ettirdi. Böylece Kudüs o dönem İslâm'mm merkezi oldu. M.Ö.922'de Mısır firavunu I. Şesonk, M.0.850'de Filistinlilerle Araplar, M.Ö. 786'da İsrailli Yaoş kentini yağmaladılar. Hizkiya kenti surlarla çevirdi ve Gihon Kaynağından su getirmek için yer altından bir kanal açtırdı. M.Ö.701'de Asurlu Sinahheriba kenti haraca bağladı. M.Ö.614'te Kudüs kralı Babil'e sürgün edildi ve kent yağmalandı. M.Ö.586'da Nabukadnezar Beytü'l Makdisi ve kenti tümüyle yaktı ve Yahudileri Babil'e sürdü. Sürgünü II. Kyros M.Ö. 538'de sona erdirdi. Kudüs'e dönen Yahudiler M.Ö. 515'te Beytü'l-Makdis'i ikinci adıyla yeniden inşa ettiler. M.Ö. yaklaşık 444'te Nehemya'nın kent surlarını yeniden yaptırmasıyla Kudüs'ün konumu güç kazandı.

Kudüs, Hz. Ömer döneminde müslümanlarca fethedildi (638). Ünlü Beytü'l Makdis'in yerinde Mescid-i Aksa diye bilinen mescid yapıldı. Emevilerden Abdülmelik bin Mervan, Mescid-i Aksa'yı genişleterek bazı kutsal emanetlerin de korunduğu ünlü Kubbetü's Sahra'yı inşa ettirdi. Kent, 969'da Fatımilerin eline geçti. Halife Hakim 1010'da Kudüs'teki tüm kiliselerin yıkılmasını emretti. Haçlılar 1099'da kenti istila ederek burada Kudüs Krallığını kurdular. Müslümanların kente girmelerini yasaklayan Kudüs Krallığı 1187'de Salahaddin Eyyubi tarafından yıkıldı. 13. yüzyılın ortalarında Yahudiler yeniden Küdüs'e dönerek kendi mahallelerini kurdular. 1517'de Yavuz Selim'in fethiyle Kudüs'ün 400 yıl süren Osmanlı dönemi başladı. Kanuni döneminde büyük bir gelişme gösteren kentte yeni surlar, medreseler, imarethaneler yapıldı. Mısır valisi Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa Kudüs'ü 1831'de ele geçirdi ise de Osmanlılar 1840'ta geri aldılar. Kudüs'ün Siyonistlerce işgali süreci 19. yüzyılın sonlarında başladı. Dünyanın dört bir yanına dağılmış bulunan Yahudiler 19. yüzyıl başlarında kurulan Siyonist örgütlerce Filistin topraklarına göçe teşvik edildiler. Rusya'da yaşayan bazı Yahudilerin göçmesiyle Filistin'de ilk Yahudi yerleşme bölgesi kuruldu (1882). 1905'te Rusya'daki ihtilal hareketleri nedeniyle ortaya çıkan ağır baskılardan kaçan Yahudilerin de Filistin'e göçmesi üzerine buradaki Yahudi nüfusu 90 bine ulaştı. Bu sayı 1925'te 110, Hitler'in Almanya'da iktidarı ele geçirmesiyle Almanya'dan yapılan göçlerle 1939'da 450 bini buldu. 1917'de Kudüs ve Filistin topraklarını işgal ederek 1948'e kadar ellerinde tutan İngilizler, Yahudilerin yerleşmelerine büyük kolaylıklar sağladılar. Bu sıralarda İngiltere ve ABD desteğini arkasına alan Siyonist terör örgütleri Filistin'in müslüman halkına karşı terör ve katliam hareketine başladılar. Uluslararası alanda yaptıkları çalışmalar sonunda 1947'de BM'den Filistin'de bir Arap-Yahudi devleti kurulması yönünde bir karar çıkartan Siyonistler, İngilizlerin bölgeyi boşaltmaları üzerine Filistin topraklarının büyük bir bölümü ile Kudüs'ün yarısını işgal ederek İsrail devletinin kurulduğunu ilan ettiler (1948). Haziran 1967'deki Altı Gün Savaşı'nın ardından İsrail Kudüs'ün tamamını işgal etti ve burasının "sonsuz ve bölünmez" başkentleri olduğunu açıkladılar.

Allah'ın Kur'an'da çevresini mübarek kıldığını açıkladığı ve son Peygamber'i Hz. Muhammed'i âyetlerini göstermek üzere İsra gecesinde götürdüğü (el-İsra, 17/1) kutsal Kudüs, bugün de Siyonizm'in işgali altındadır. Siyonist örgütlerin yürüttükleri terör ve katliam hareketleriyle Siyonist devleti kuran Yahudiler, o günden bu yana yürüttükleri soykırım ve zulüm politikalarıyla sayısız müslümanın hayatına son vermekle kalmayarak bir milyonu aşkın müslümanın yurtsuz kalmasına neden oldular. Hz. Peygamber (s.a.s)'in ifadesiyle "Allah'ın takdis ettiği" toprakların bu şekilde işgal edilmesi, hiç şüphesiz tüm müslümanları sorumluluk altında bulundurmaktadır. İslam ülkesinin küfür ülkesi durumuna getirilmesi, müslümanlara cihad yükünü yüklemektedir. İslam'ın bu hükmü, Kudüs gibi kutsal bir yer sözkonusu olduğunda daha bir önem ve aciliyet ifade etmektedir.

20 Kasım 2008 Perşembe

T.C. 'nin BMGK geçici üyeliği

Tarih 17 Ekim 2008 Cuma günü T.C. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından BMGK geçici üyeliğine seçildi.
Adalet ve Kalkınma partisi iktidarı hükümetin başına geçtikten sonra ülkemiz açısından dış politikada çok önemli atılımlarda bulundular. Hepsini tek tek belirtmektense konumuz olan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçilmemizi değerlendirelim:
Öncelikle bu pozisyona layık olan, hatta bu geçici üyelik statüsünün üzerinde bir statüye, konuma, ekonomiye ve sosyo-kültürel yapıya sahip olan ülkemizin neden 47 yıldır hiç seçilmediğini anlatmak, konuşmak, tartışmak gerekir. Hem küresel dünyanın çıkarları itibariyle hem de ülkemizin siyasal iktidarının dış politikada yetersiz olduğu dönemlerde ve yanında bunun gibi birçok nedenlerin de olduğu BM’nin T.C.’ye sıcak bakmamasına sebep olan etkenler söz konusuydu. Toplumumuz siyasal birçok istikrarsızlıklar geçirmiştir. İdamlar, darbeler, muhtıralar, sürekli değişen anayasalar, demokratik yönetimi sağlayamayışımız… Bunların yanında ekonomik krizler, güçlü bir sermaye yapımızın olmayışı, daha 1954 yılında bile hala Düyun-u Umumiye borcu ödememiz, dahası hemen ardından IMF’ye doldurduğumuz başvuru formu ve yanına koyduğumuz “CV”mizle beraber IMF’ye çalıştığımız dönemler, aldığımız borçlar ve tekrar Osmanlı Devletinin son dönemlerinde yaşadığı gibi Düyun-u Umumiye’ye olan borçların faizini bile ödeyemediğimiz bir dönemin, sürecin yaşanması ve bu sürecin başlangıcına tanık olan milletimizin nesilleri aynı sıkıntıların kılık değiştirmiş hali olan IMF ile ekonomik dar boğazlığın krizlerin içine sürüklenmesi gibi nedenler bizim uluslar arası arenada söz sahibi olmamıza, hatta onların güvenlik konseylerinin geçici üyesi bile olamamamıza yol açmıştır.

Geçmiş yıllarda Türkiye’nin BMGK üyeliğine neden seçilmediğinden bahsettik. Şimdi ise Türkiye’nin 2009-2010 yılları arasında görev yapmak üzere Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçilmesinin izlediği süreci ele alalım:
Güvenlik Konseyi Batı Avrupa grubu hattında seçilmek için başvuruda bulunduk. 192 üyeli Birleşmiş Milletlerin Genel Kurulunda oylama yapıldı. Ülkemizin yanında Avusturya ve İzlanda yer alıyordu. Şimdi bu üç ülkeyi güncel olaylar çerçevesinde incelemek gerekir. Avusturya hali hazırda zaten bizim ülkemizden siyasal, nüfus, yüz ölçümü, stratejik konum, doğal kaynaklar bakımından zayıf olan bir ülke. Fakat ekonomik anlamda Dünya sıralamasında endeks puanı ölçüsünde bizden çok ileride olan bir ülke. He! Bir de Avrupa Birliğine 1 Ocak 1995’te girmiş biz halen Avrupa Birliği ülkesi değiliz bu tartışmalı bir konu. ( bu konuda avrupa’nın neden bizi Avrupalı olarak görmediğini yorumlarla tartışmamız gerekir.) Bu duruma benzer bir diğer ülke de İzlanda; şuanda ekonomisi çöken iflas eden bir ülke, BM zaten ekonomisi çökme sinyalleri veren bir ülkeyi bünyesine ve çok önemli bir göreve seçmezdi. Şimdi bu durumda biz Türkiye Cumhuriyeti olarak BMGK geçici üyeliğine 151 oyla seçilmiş olmamıza çok sevinmemiz mi gerekir yoksa, günümüz koşulları bunu gerektirdiği için seçildik dememiz mi gerekir ya da ne dememiz gerekir ben tam anlamıyla bir ifade bulamadım. ( bulan arkadaşlar yorum eklesinler )
Tabi bu yazdıklarım BMGK geçici üyeliğini küçümsediğimden ötürü değildir. BMGK Birleşmiş Milletlerin beş organı içerisinde en güçlü organı konumundadır. Avantajları tabiî ki de çoktur. Uluslar arası saygınlık kazandırması bakımından ülkemize çok önemli bir katkı sağlayacaktır. Fakat beni düşündüren nokta zaten iki alternatifin olduğu ve ikisinin de seçilmiş olduğudur.
Şimdi ise, BMGK’nın beş daimi üyesi olan dünya barışına kalıcı katkıda bulunacak ülkeleri tanıyalım: ABD, RUSYA, ÇİN, FRANSA ve İNGİLTERE. Bu beş daimi üyenin askeri harcamalarının “dünya barışının korunması” gibi global kamusal malların uluslar arası ticaretinin yıllık ortalama kar maksimizasyonu 25-30 milyar dolar $
Türkiye’nin bu dünya barışına katkısı ne olur? Türkiye’nin dünya silah ticaretine hiçbir katkısı olmaz tabiî ki de, olmamalı. Fakat Türkiye sıcak savaşların yaşandığı Ortadoğu ülkelerine komşu bir ülke ve geçiş noktası üzerinde bulunan stratejik durumu haiz bir ülke.
Türkiye’nin bu üyelikte gösterebileceği katkıları Başbakan Erdoğan Amerika’daki G-20 zirvesi konferansındaki konuşmasında şöyle dile getirmiştir: “Türkiye, İran ile Avrupa arasında arabulucu bir ülke olabilir.” Türkiye’nin ülkelerarası ilişkilerde önemli bir denge faktörü olacağını ve hem kendi görüşlerimizi BMGK üyesi olarak ortaya koyacağımızı hem de NATO üyesi olarak, Rusya’yla iyi olan ilişkilerimizi sürdürerek ve İran’a da komşu bir ülke olarak aracı ülke konumumuzu koruyacağımızı belirtmiştir. (Yazılanlar bire bir Başbakan’ın sözleriyle aynı olmayabilir, çünkü daha önce okuduğum yazılar ve izlediğim haberler üzerinden aklımda kalanları yazıyorum şuanda)

“Türkiye’nin BMGK’ ye seçilmesi uluslar arası etkin bir duruş kazanması ve bölgesel bir güç olmasının sonucu olarak değerlendirilmesi gerekir.”
Türkiye’nin bölgesel sorunlara ilişkin katkıları neler olabilir dersek:
Kafkaslarda istikrar ve işbirliğini sağlama planları, Ermenistan’la yapılan diyaloglar sonucu Azerbaycan-Ermenistan sürecine katkıda bulunulması, Irak ve Lübnan’a yaptığımız katkılar, İran’ın nükleer projeleri konusunda karşılıklı temaslarda bulunulması, Kıbrıs konusunda çözüm odaklı bazı atılımların atılmak istendiği hususunda yapılan karşılıklı görüşmeler, bu saydıklarımın yanında Türkiye dünya barışında bölgesel bir unsur olarak kalmakla yetinmek istemeyecektir. Dünya’yı ve dünya barışını ilgilendiren her konuda katkıda bulunacaktır.
HalilİbrahimCoşkunyürek

3 Kasım 2008 Pazartesi

Filistin ve İsrail

İlk önce İsrail devletinin kuruluşundan ve kuruluş amaçlarından bahsedeceğim. İsrail 19. yy. ın sonlarına doğru devlet kurma çalışmalarına başladı. Arz-ı mevut üzerine (vaat edilmiş topraklar) devlet kurma emelleri ilk olarak İngiltere’de görülmüştür. 1848’de İngiliz hükümeti bir genelgeyle Filistin’deki konsoloslarını Yahudilere verdi. 1870 yılında Yahudi faaliyetlerinin merkezi İngiltere’den Rusya’ya taşındı. Daha sonra Siyonist hareketlerin başına geçen Theodore Herzl Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması için birçok çalışmalarda bulundu. Herzl’in amacı vaat edilmiş topraklar üzerinde 3-4 milyon yahudinin geniş arazilere hakim olmasını sağlamaktı. Bunun içinde arkasında İngiltere gibi büyük ve güçlü bir devleti bulunduruyordu. Herzl, aynı büyük bir şirket kurup patronmuş gibi o şirketi yönetmek istiyordu, bu şirketin adı da İsrail adi komandit ltd. şti. di.
İslamiyet’in doğuşundan bu yana süre gelen canla başla savaşılan Filistin topraklarını işgal etme amacı güden bu şirketin bazı planları vardı ve bu planlarını sırasıyla gerçekleştirmeye başladı. İlk başta 1870 yılından itibaren Filistin topraklarında tarımsal yerleşme merkezleri teşkil etmeye başladı. 1870-96 yılları arasında Filistin’de on yedi tarım kolonisi kuruldu. Theodore Herzl, Osmanlı imparatorluğunun belki de gelmiş geçmiş en büyük padişahlarından biri olan Sultan II. Abdülhamit’e Filistin’de bir Aristokratik Cumhuriyet kurmak için izin isteme cüretinde bulundu. II. Abdülhamit Herzl’i sert bir dille kovmuş ve haberleşmeyi kesmişti. Tabi bu planlar Abdülhamit’in ters tepkisinden sonra sekteye uğramayacaktı.
Birinci dünya savaşından sonra Ortadoğu’da İngiltere’ye dost bir devlet kalmamıştı. İngiltere’nin Ortadoğu’da menfaatlerini sürdürebilmesi için dost bir ülkeye ihtiyacı vardı ve Filistin’de bu boşluğu dolduracaktı. Bu yüzden 1920 yılında birleşmiş milletler cemiyeti tarafından Filistin üzerinde İngiliz mandası tanındı. 1925 yılında da bir zamanlar Abdülhamit Han’ın izin vermediği Filistin topraklarında kurulacak olan üniversitenin kurulması da İsraillin yavaş yavaş egemen olmaya başladığını gösteriyor.

Aşağıdaki paragraf bir ansiklopediden alıntıdır:
Bundan sonraki yıllarda Nazi Almanyası'nın Yahudilere karşı soykırıma girişmeye başlamasıyla Filistin’e büyük bir Yahudi göçü başladı. Filistin’deki Araplar bu göçe karşı koyduklarından İngiltere, Yahudi göçlerinin durdurulmasına karar verdi. Bunun üzerine Sion’a bağlı Askeri Yahudi Teşkilatı Hagana, Filistin’e göç konusunda İngiltere’nin aldığı bu kısıtlayıcı kararı protesto amacıyla silahlı terör eylemlerine girişti. Filistin’e de gizli Yahudi göçleri düzenlemeye başladı. İkinci Dünya Harbinin müttefiklerin galibiyetiyle bitmesinden sonra, Filistin meselesi son safhasına ulaşmıştı. İngiltere daha sonra Amerika’nın yardımını sağladıktan sonra, Filistin meselesini Birleşmiş Milletler'e götürüp, meselenin çözülmesini istedi. Birleşmiş Milletler 1947 Kasımında Filistin’in biri Yahudi öteki Arap olmak üzere iki devlet arasında paylaşılmasına karar verdi. Kudüs şehrine ise Birleşmiş Milletler denetiminde milletlerarası bir bölge statüsü tanındı. Bu çözüm Arapları tatmin etmedi. Filistin iç savaşı başladı.14 Mayıs 1948’de BM paylaşım planı uyarınca David Ben-Gurion tarafından İsrail Devleti’nin kuruluşu ilan edildi. 24 saat sonra, Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak orduları saldırıya geçerek İsrail topraklarına girdiler. Yeni kurulmuş, donanımı yetersiz İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF), İsraillilerin "İsrail’in Bağımsızlık Savaşı" olarak adlandırdıkları ve yaklaşık 15 ay süren ve 6000’in üzerinde İsrailli’nin yaşamına malolan (ülkenin o dönemki Musevi nüfusunun takriben yüzde biri) savaşta Arap ordularını geri püskürtmüşlerdir. 1949 yılının ilk aylarında BM nezdinde İsrail ile onunla savaşan Arap ülkelerinin her biri (o dönemden beri İsrail’le müzakere masasına oturmayı reddeden Irak hariç) arasında doğrudan müzakereler düzenlenmiş ve bunların sonucunda bir ateşkes anlaşması imzalanmıştır. Ateşkes anlaşması uyarınca sahil şeridi, Celile ve tüm Necef İsrail’e, Yehuda ve Samiriye (Batı Şeria) Ürdün’e, Gazze Mısır yönetimine ve Kudüs’ün ise Eski Şehrin de dâhil olduğu doğu kısmı Ürdün’e, batısı da İsrail’e bırakılmıştır. İsrail'in Filistinliler ile olan gerginliği ise sürmekte, bu gerginlik Orta Doğu'da istikrarsızlık nedeni olmaya devam etmektedir.
Bu alıntı İsrail’in böl parçala yok et sonrada yerleş planlarına gayet uygun bir biçimde gerçekleri yansıtarak yazılmış bir alıntıdır, tabi bu gerçekler bu kadarla sınırlı değil. Asıl hikâyenin altında yatan gerçekler bir paragrafa sığabilecek nitelikte değiller; 100 yıldır var olan gerçekler.
Sömürgeci ülkelerin başta İngiltere ve Amerika olmak üzere birçok sömürge ülkesinin Ortadoğu ve Ortadoğu’nun zenginlikleri üzerinde illegal emelleri bulunmaktadır. Ortadoğu’nun bu zenginliklerinin başında petrol rezervleri bulunmakta, bu petrol rezervlerini sömürü devletlerin keşfetmesi birinci dünya savaşı öncesine dayanmakta ve aynı zamanda birinci dünya savaşının çıkmasındaki birçok neden arasında ilk sırada bulunmaktadır. O zamanlarda da hala bir nevi Osmanlı’nın elinde olan -ihtiyarlamış bir imparatorluk- ve çok geniş bir kıta sahanlığına ulaşan topraklar sömürü devletleri için vazgeçilemez bir nimetti. Ki bu topraklar Yemen-Hicaz’dan, Cezayir’den, Tunus’tan, Musul-Kerkük’ten, Mısır’ın bir bölümünden, Arap Emirliklerinden, Suriye’den Irak’a kadar olan yeraltı zenginlikleriyle dolu çok geniş bir kıta sahanlığını içeren bir coğrafyaydı. İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya gibi sömürge imparatorluklarının gözlerini kamaştıran bu topraklar geleceğe dönük uygulayacakları planların gerçekleşebilmesi için hâkim olunması gereken pardon, sömürülmesi gereken topraklardı. Neticesinde bu süreci daha fazla uzatmayalım; Birinci Dünya Savaşı çıktı ve ihtiyar imparatorluk büyük toprak kayıplarına uğrayarak çok geniş bir coğrafyanın hâkimiyetliğinden küçük bir devlet hâkimiyetliğine geriledi. Osmanlı’ya bağlı olan saydığımız ufak devletler sömürülmek üzere itilaf devletlerinin eline verildi.
İsrail-Amerika-İngiltere-Fransa bu bölgelerdeki politikalarını halen sürdürmekteler ve Ortadoğu’nun zengin kaynaklarından halen yararlanmaktalar. İsrail devletinin en başta kurulmak istenmesinin amaçlarını nihayetinde anlayabiliriz… Sonuçta İsrail Ortadoğu’da bir kontrol merkezi olarak kullanılarak ve petrol bölgelerini avucunun içinde tutup yöneterek en güvenilir stratejik kaynak olmuştur.

Günümüzde ise bu zalim Siyonist mahlûklar masum Müslümanları katletmekten zevk almaktalar. Elalemden, ordan buradan edindikleri son teknoloji silahlarla sivil halkı katlediyorlar, yaşam alanlarını bombalıyorlar. Bizde aynı dine, ırka mensup Müslüman kardeşlerimizin uğradıkları bu zulümlere kayıtsız kalıp, sadece üzülüyoruz. Yaptığımız şey yanlış, bize Osmanlı böyle öğretmedi, torunları bu şekilde yetişsin ilerde zulme kayıtsız kalsın diye evlatlar yetiştirip ülkeye feda etmedi. Filistin ve bölgesi bizim kanlarımızla sulanan topraklardan ibaret, ille de oraya şuanda gidip kanımı döküp “işte bizim kanlarımızla sulandı bu topraklar” dememize gerek yok. Kardeşlerimiz orada yaşamakta ve kanlarını o topraklara akıtmakta, hem de Allah yolunda, bunlar bizim kanlarımızla sulanan topraklar dememiz için yeterlidir ama sadece bunu söylemekle, üzülmekle olay bitmiyor. Karşı koymalarla, onlardan daha üstün olduğumuzu, ezilmenin bizlere göre olmadığını, hiçbir zaman, ezilen bir millet olmayı kabul etmeyen bir soydan geldiğimizi göstermekle bir şeyler yapılabilir. Magazin haberleri ya da gereksiz programlar yerine gündüz vakti, gece vakti hiç fark etmez; medyanın ilgisini bu yöne çekmekle bir şeylere adım atabiliriz ama medya, medya değil ki; niye bu önemsiz konularla ilgilensinler, onlara ne ki… Mesela tartışma programları üretip halkı Siyonizm hakkında bilgilendirmeliyiz, Yahudiliğin yani ırkçılığın nasıl bir kötülükten ibaret hale geldiğini insanlara örneklendirerek göstermeliyiz. İlk önce Yahudiliğin, farmasonluğun, siyonistlerin, hatta sabetayistlerin dini emellerini ve siyasi amaçlarını milletimize açık açık göstermeliyiz, varsa itirazları bizim söylemlerimize, iftira atıyorlar derlerse, karşı savlarını öne sürerler, ispat ederek kendilerini aklarlar. Tabi biz biliyoruz ki onlar amaçlarını hiçbir zaman kabul etmezler, her zaman yaptıkları faaliyetlere birer kulp bulup dünya kamuoyunun önüne bastıra bastıra dikta ettirirler. Bizler uyuyan fakat her zaman -uyanık- bir milletiz kimse zannetmesin ki Türkler acizdir sesleri çıkmaz, hayır öyle değil… Biz Türkler o kendilerini üstün ırk zanneden millete kükrediğimizde cihan-ı harpte şehit olan yüreklerimiz, şehitlerimiz titrer, o siyonistlerin hepsinin tüyleri dikenlenir ve o “aciz-i cüzzam” kılıklı siyonistler kimi sömürdüklerini ya da sömürmeye çalıştıklarını anlarlar. Bu yazdıklarım tabi kendi görüşlerimi yansıtmakta, bana katılmayanlarda olucaktır, yanımda olanlarda.
Belki gençliğimin verdiği bir heyecan, bir hırstır bu söylediklerim ama benim gibi düşünen milyonlarca insanın, genelleme yaparsak bütün Müslümanların, bir milletin uyanışı elbet bir gün gerçekleşecek, belki ben göremiycem belki çocuğumda göremicek ama elbet torunum ya da her kimim olursa olsun, aynı kanı taşıyanım bu uyanışı görecek.
HalilİbrahimCoşkunyürek

22 Ekim 2008 Çarşamba

Hayal Etmek...

Hayal edelim, biraz hayal etmenin kimseye zararı olmaz… Hayal kurmak insanın zihnini depresyonlardan uzak tutar. Hayal kurmak unutmayı önler. Stephen Leacock ''En fazla iş başaranlar en çok hayal kuranlar olabilir'' diyor. Albert Einstein''ın bu görüşü doğrulayan sözü ise: ''Hayal gücü bilgi gücünden önemlidir.” Prof. Dr. Nurselen Toygar, ''Zihinsel aktivasyon, hızlı öğrenmenin önemli bir yoludur ve fiziksel çalışma kadar verimlidir'' diyor. Hayal kurmayı bir de ben tanımlayayım: ''olan'' dünyadan kaçıp ''olması istenen'' dünyaya girme hali. Her istenilenin gerçekleştirilemediği gerçek dünyada istekleri tatmin için gidilebilecek en masum en zararsız ve en güzel yol.
Beyin egzersizi bağlamında zihinsel aktivasyon olan hayal kurmayı ne zamanlarda yapmalıyıza cevap verecek olursak: Bekleme odasında, yürürken ya da koşarken, arabada, otobüste, trende, uçakta, yemek yerken, evde dinlenirken, sıkıcı bir konuşma dinlerken, konsantre olmamanızı gerektiren herhangi bir işi yaparken… Fakat bu düşüncelerin tamamen pozitif düşüncelerden ibaret olması gerektiği unutulmamalıdır.
Hayal etmenin temel bazı sırları vardır: öncelikle bol bol film izlemek ve kitap okumak, gazete, dergi takip etmek, farklı şehirleri gezmek, mümkünse farklı ülkelere gitmek, zihinsel manada kendini genç hissetmek yaşlılık önemli değildir, önemli olan kendini genç hissetmektir, zihninin halen gençlerle aynı seviyede olduğunu hissetmek bunlar hayal edebilmenin koşullarındandır.
Hayal etmenin iyi taraflarından ve hayal gücünün nasıl geliştirilebileceğinden bahsettik. Biraz da hayal etmenin aşırılılığından bahsedelim. İnsanlar aynı zamanda hayallerini biraz da gerçekleştirebileceği hayallerden seçmeli. Çünkü gerçekleştirilemeyen hayaller insanda moral bozukluğuna yol açabilir. Mesela ben bir aston martin sahibi olmak istiyorum ama o arabaya sahip olabilmem için ömrümün sonuna kadar çalışmam gerekebilir ki ömrümün sonuna kadar çalışsam bile alamayabilirim. Yani hayallerimizi biraz da sığlarda yüzdürmeliyiz. Bazı insanlar vardır tamamen hayal denizinde yüzerler, hayallerle yaşamayı severler ama aynı zamanda bu hayallerinin hiçbiri gerçek olmaz. Yavaş yavaş bu durum insanın artık istediği şeylere de (ideallerine de) yansır yani çok hayalci insanlar yalnızca hayallerini değil, bi süreden sonra artık istedikleri şeyleri de yapamaz olurlar. Mesela bir şeyi çok isteyip de o istediğin şeyin üzerinde hiç çaba sarf etmezsen, istediklerinin gerçek olma olasılığı çok düşüktür, yani hayalden ibarettir. Buna da bi örnek vermem gerekirse; mesela ben çok iyi İngilizce öğrenmek istiyorumdur fakat bunun için elimden geleni yapmazsam, yapmıyorsam kendi kendimi kandırıyor, hayal denizinde oyalanıyorumdur demek olur. Hayal ederken bile o hayal üzerinde planlar yapmak, çalışmak, uğraşmak gerekir. Hayallerin önünü ve arkasını düşünmek, nasıl gerçek olabileceğiyle ve olduktan sonra neler olabileceğiyle ilgilenmek aynı zamanda insanın zihnindeki ileri görüşlülüğü de arttırır. Hayal kurmanın kötü taraflarını yazıp eleştiriyordum fakat dayanamayıp tekrar iyi yönlerine döndüm sanırım, bu da hayal kurmayı seven bi insanın yapacağı davranışlardan olsa gerek…
HalilİbrahimCoşkunyürek